6 Ağustos 2009 Perşembe

Caveman

Herkese mutlu akşamlar. Bir anahaber bülteninde daha.......

öhm. Şey. Efendim. Bir giriş yapayım dedim,ilk kez,lanet olsun bir kez giriş cümlesi yazayım dedim yine yüzüme gözüme....

Neyse.

5 gün önce,ki bu Çarşamba günü oluyor,Istanbul'a gitmem gerekti,bir arkadaşımın doğumgünü için. Gittim de. İyi güzel içtik eğlendik,pasta aldık üstüme kaldı falan. Ama her şey de o günden sonra başladı.

İstanbul'a yola çıkmadan önce kafamda bir iki şey ve annemin "onu yap,sonra şöyle olsun,şunu da yap" dedikleri vardı. Tabii başıma gelecekleri bilmediğimden,son derece iyimser,"ne güzel,tek başıma 5 gün lan" deyip sırıtıyordum. Nerden bilebilirdim ki...

Dediğim gibi,her şey doğumgününden sonra başladı. Güle oynaya çıktık çıkmasına da,eve tek başıma dönüyordum ben. Tabi yüzümde yine sırıtma ile.

Eve gitmeden önce,yani daha Kocaeli'nde iken,kafamda beliren fikirleri söyleyeyim önce;

1-Telefonu nakil yaptırırım.

2-Telefon nakli olduktan sonra internete girer,indirmenin dibine vururum.

Yani yüzümü gülümseten bunlardı. Bir de annemin dedikleri var tabii ;

1-Kılıfların içini doldur,dik.

2-Halıyı yıkat.

3-Banyodaki bezleri yıka.

4-Ocağı temizle.

5-Bulaşıkları tekrar yıka.

6-Gelirken alezini getir

7-Valizine koyduğum tülü odana tak....

Aradaki orantıya dikkatinizi çekerim. Neyse,mesele oran değil,mesele her şeyin,üstte yazdığım her şeyin ters gitmiş olması. Evet,üstte yazdığım şeylerin yüzde doksanı olmadı. Pardon,tekrar bir hesapladım da,70'i. Lanet.

İlk gün mesele değildi aslında. Yani,ilk gün internetsiz olacağını bililiyordum zaten zira taşıtma işlemi bitmemişti. Bir gece sabrederim diye düşünmüştüm. Ettim de. Sabah kalktığımda ilk yaptığım iş,nakili gerçekleştirecek adamı çağırmak oldu. Şükür ki, hemen geldi. Aşağı in,yukarı çık,sandalye getir vesaire derken,üstüm başım ter oldu. Ama azim bu işte,internet gelecekti ya güya,kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemeliydi. Onu da sineye çektim. Kutudaki bağlantıyı yapması için de 20 lira para verdikten sonra,kutu bağlantısı da oldu ve ben yüzümde sırıtma,içimde rahatlamayla evime çıktım. Bir ucu jak diğer ucu çıplak kablo yaptım,modeme bağladım falan. Bilgisayardan da ayarları yaptım. Kullanıcı adı,vs vs.

Bekle....

Bekle....

Bekle....

Bekle....

Yoktu,gelmiyordu bağlantı bir türlü. Önemli konu bu,boru mu,tüm günleri öyle boş boş geçiremezdim. Telekom şubesine gitmek zorunda kaldım,neden yok,diye sormaya. Ki bu 15 dakika yürüyüş demek sıcakta. Ölüm. Vardım oraya,sordum,"fax çekilmiş,bekleyin sadece onlar alır" dedi. İyi madem deyip çıktım,tekrar 15 dakika bir yürüyüş.... 95 kilo bir adam için,sıcak fena bir şey. Terliyorsunuz çok fena. Neyse,eve geldiğimde beklemekten başka çarem olmadığını biliyordum. El mecbur. Kitap-bilgisayar-kitap-bilgisayar döngüsü döndü bir gün. Sıkıntı bu ya,normalde hiç mesaj atmadığım,ilgilenmediğim bir kişiye (ki o da biliyor,söylemiştim yüzüne) mesajlar atıyorum,zaman geçmesi için. Gerçi bunun hata olduğunu sonradan anladım ya,neyse.

O gün de öyle geçti ama,başıma gelenler sadece başlangıçtı.Cuma olmuştu,3. gün olmuştu ve lanet olsun ki,3 gün de ishal olmuştum. Çarşamba'dan pazara kadar kalma sebebim belli,yazılım geliştirme üzerine aldığım eğitim. Ertesi gün eğitim olduğundan,duş alayım dedim,saçlarımı yıkayayım falan. ama öncesinde kitabı bitirmeye azim etmiştim,onu bitirdim. Tabi bu,4-5 saatimi aldı. Kitap yeni bir kitap,Koloni. Sevdiğim yazar Jean Christophe Grange'nin kitabı. Bu da böyle bir reklamdı. Ve hayır,para mara almıyorum. Gerçi alsam güzel olurdu. İyi fikir..... Saçma. Neyse.Girdim duşakabine,suyu açtım falan. Şampuan vs... Durulanayım derken,ilk şampuandan sonra yani,bir şey farkettim. Soluma baktığımda duşakabinin ardında büyük bir beyazlık görüyordum. Aklıma gelen olmamalıydı,"siktir yaa" demeden de edemedim tabi. Aklıma gelen başıma gelir y a hep, bu kez de öyle olmuştu. Duşakabini açmam ile tüm banyoyu su bastığını görmem,hatta suyun dışarı,hole doğru gittiği görmem çok uzun zamanımı almadı. Bir küfür daha savurmadan edemedim. Zar zor kuruladım ama saçımı falan da yıkayamadım. Lanet .

İşin kötü yanı,sabah gidemeyecektim kursa,3 buçuk saat uykuyla gitmezdim,ya hiç uyumayacaktım ya da gitmeyecektim. Nasıl olduysa,bir anda,az uyuyup gitme kararı aldım. Alarmı kurdum falan. Yattım,uyudum. Bu kadar basit evet,yattım ve uyudum. Uyandığımda, saatin 11 olduğunu gördüm. İşin kötü yanı,telefon nasıl olduysa kapanmıştı. Rezillik. Samsung'u kınıyorum.

Sadece internet ve televizyon olmaması,zırt pırt su basmasından bile bunun bir evden çok mağarayı andırdığını söylemeye gerek yok,anlamışsınızdır.

Kalkmıştım kalmasına da,kursa gidememiştim,açtım. Dışarı çıkasım da yoktu. Gidip yiyecek bir şeyler alamazdım yani. Pizza söylemek geldi içimden. Kredi kartıyla alacaktım. Aradım,söyledim. Kapıya geldiler,ben bir tane bekliyordum,adam bana 3 tane orta boy verdi. Oha moha derken,elimde 3 pizza ile kalakaldım. Tamam 95 kiloyum da,böh artık yiyemem o kadar da. İnsanım ben,öyle gözükmesem de.

Birini yedim,diğerlerini koydum bir yere,sonra yerim diye. Akşama kadar,bilgisayar başında öyle mal mal ekrana bakarak zaman geçirdim. Medeniyetten mahrum biçimde geçirilen saatlerden bahsediyoruz,empati yapın azıcık.

Gece olduğunda,yukarda bahsettiğim insana tekrar mesaj attım,gerçi , önceki iki gün boyunca da sürekli bana mesaj atarak hayatımı karartmıştı. Boşuna yukarıda "hata" demedim. Neyse,dediğim gibi,hayatım böyle gittikçe kararırken,saat gecenin 3'ü olmuş,mesaj atan birey "sapıklık" derecesini arttırmış,ettiiğim küfürleri de üzerine alınmıştı. Kendimi nasıl hissedeceğimibile bilmezken,başka bir arkadaşımı aramak geldi. Aradadım da. Olacak ya,bedeviliğim tutacak ya,dakikalarım ve kontörlerim bitti. Göt gibi kaldım. O değil,uyutmuyordu da "sapık" birey. Görülen o ki,gidemeyecektim de.

Yalnız bıraktığında,yani mesaj yazmayı bıraktığında,huzura kavuştuğumu sanmıştım ama,bedevilik bir kere tuttu mu,etkisi 1 hafta geçmez. Bende kanunlar böyle işliyor, Bahtsızın önde gideniyim. Huzura kavuşamamıştım,çünkü camdan öksüren bir kadın sesi geliyordu. Sanırım 15 dakika kadar öksürdü camda. Kustu bir de. Koskoca kadın,sen git apartman arasına camdan kus. Midemi de kaldırdı. Terbiyesiz kadın.

Ama dedim ya,bir hafta sürüyor diye,sadece bir kıvılcımla,yani internetin açılmaması ile başlayan her şey,bir şey ile daha devam edecekti. Çocuk ağlaması. Susmak bilmeyen,cırtlak mı cırtlak sesli bir çocuğun yarım saat kadar ağlaması. Terbiyesiz kadının ardından gelen ağlama ile hayata dair tüm hayallerimi kaybettim ben zaten. En azından,dayanağım vardı,ertesi gün eve dönüyordum.

Nitekim döndüm de,2 günde 3 pizzayı "bitirebilmiş" (hayvanlıktır bu) , hazırlanmış,tüm bedeviliğime dayanmıştım. ama şunu farkettim,5 gün bir mağarada yaşadım.

Şöyle ki;

1-Sıcak su yoktu.

2-İnternet yoktu.

3-TV yoktu.

4-Okunacak kitap kalmamıştı.

5-Zırt pırt su basıyordu ortalığı.

6-Tek elektronik aletinizi,bilgisayarınızı çalıştıran elektrik kesiliyordu ara sıra.

Düşünün. 5 gün.

Ama yine de yeni bir tecrübeydi "caveman" olmak. Tek fark,kıllı değildim,elimde sopam yoktu ve "Captain Cavemaaan" diye bağırmıyordum. Bağırabilirdim de. bir ara yapmalıyım.

16 Nisan 2009 Perşembe

Hiçbir şey üzerine bir şeyler.

Ayaklarımın tabanlarından çığlıklar yükseliyor. Bir isyan var. Nedenini biliyorum,beni kandırıp da , "çim ulan çim" diyerek götürdükleri halı saha. Lanet ettim. Bildiğin çim halı,arasında çakıl. Çakıl yahu! İnsan lastik falan koyar. Şu bildiğimiz kara lastiklerden. Oynayan bilir,adamın kolunu bacağını boyar o.



O değil,bugün üzerimde yorgunluğun ötesinde,bir durgunluk var. Uzun zamandır var aslında,kronik bir şey. Gelip giden,sonra tekrar gelen ve tekrar giden.



Biraz da duygu yüklüyüm,konsere gidemiyorum Fakirlik ne acı lan. Öğrenci olmak falan. Öeh. Gerçi yine giderdim de,sonra İş Bankası eve hacize gelirdi artık. Teşekkürler Çaykur Rize Spor,teşekkürler Körfez Belediyesi. Çaykur Rize Spor alakasızdı aslında ama Körfez Belediyesi orda olmalı. Bursumu yatırmadılar. Gıcık oldum. Bursumu yatırmayışlarına değil,yatıracağız,dediklerinde yatırmayışlarından. Onlara güvenerek borca girdim,güvenmemem gerektiğini anladım. Vıy...



Dedim ya,konsere gidemeyecek olmak üzdü beni biraz. Keşke gideydim,güzel olacaktı. Sonuçta,gitmek istediğim bir konserdi. Opeth her zaman gelmiyor buralara. Öf ulan. Bana yine harici diskteki arşive yol gözüktü. Doom falan sevsem doom dinleyip kendimi hüsrana boğardım ama,o kadar olamadım henüz. Yani... Neyse.



O değil,şeytan da dürtmüyor değil hani. Biletix malum taksitle satış yapabiliyor. "3 takside böl" diye bir şeyler dürtüyor beni de... "Ne yapsam bilemedim ki..".



Tüm bunları geçeyim,komik bir şey oldu aslında. Yemekteyken,yarım saat önce. Bereket Tanrısı'nı tartışıyorduk. Hani şu,çükü kendinden büyük olan tanrı. Tartışırken şu diyalog geçti.. Daha doğrusu,ağzımdan şöyle bir cümle çıktı;



-Olum bereket tanrısına taşak koymamışlar...



Tamam yeterince terbiyesiz ancak yapabileceğim bir şey yok.. Neyse,arkadaştan da buna cevap olarak şöyle bir şey geldi;



-İhtiyacı yok ki...



Mantıklı aslında. O değil de,annemi duyar gibiyim. Hep bana derdi,"bana böyle mavi gözlü bir gelin getir" diye. Ütopik bir istek,hele ki benden. Tipten kaybediyorum,çenenin işe yaramadığını gördük,oldum olası da çekingen bir adamımdır zati. Ben öleyim yahu. Hakikaten dıştan sayınca kendimden nefret ettim birden. Utandım lan. Hep de diyorlar bana, "Yıldız Teknik'te okuyorsun,nasıl bulamadın...". E yuh diyorum sana. Sanki Yıldız'da,istediğin kızı böyle otomattan para atıp seçiyormuşsun gibi konuşuyorlar. Şu Ülker otomatları var ya,atarsın parayı,ürünü seçersin ha onun gibi işte. Lan birinicisi çekingenim,ikincisi Davutpaşa kampüsündeyim. Öeh insaf derim.



Bu konu çok uzadı. Kendime bir köy belleyip oraya yerleşeceğim. Ya da gerçekleştirebilirsem,İskoçya ya da Norveç'ten birine taşınıp orda yaşama hayalimi gerçekleştireceğim. Ah nerde.



Bak yine hüzünlendim. Gerçi böyle zırt pırt hüzünleniyorum,"imo" (ha böyle okunuyor o) olmaktan da korkuyorum ha. Olmam gerçi. Iy.



Hiçbir şey üzerine yazdığım ilk yazım da değil bu. İkincisi.. Yazmamın nedeni de belli aslında,konuşma dilinde,yanımda bir arkadaşım olsa,anlatmak istediklerimi yazıyorum işte. Gerçi ev arkadaşlarım var da,onlarla da makaradan başka bir şey yaptığımız yok. İşimiz gücümüz eğlence. Gerçi bu açıdan bakıldığında,evde kalıyor olduğuma sevinmiyor değilim, Bir de bulaşık ve yemek derdi olmasa. Annemin yanına ilk gittiğimde kolunu falan öperim heralde artık. O değil de,özledim lan.



Bu yazıyı okuma azmini gösteren çıkacak mı bilmiyorum da,okuyan biri olursa,dert ortağım sayılır.



Görüşmek üzere. (çok resmi bir kapanış oldu sanki) (öeh)

7 Ocak 2009 Çarşamba

Bir gece saçmalaması.

Gecenin bu saçma sapan saatinde,üst kattaki "hacı"nın her an basma tehlikesi ile karşı karşıya iken,insanın saçmalamak geliyor içinden.

Bir de buna,"ben"i eklerseniz,durumun vahameti anlaşılabilir.

Gerçi,can sıkıntısının doruklarda çiçek topladığı bu saatlerde,klozetin sifonunun patlaması ile kendimi bir "özgür villie" gibi hissetmem çok daha gariptir kanımca. Yani,bir klozet nasıl bir fiskiyeye dönüşür,tavan zahmetsiz şekilde nasıl temizlenir ve öte yandan,bir insan şaşkınlık ile farkındalık arasında nasıl kalır onu öğrenmiş olduk ev halkınca.

O değil de,sifon yerine el ile kolu itme girişimlerinin de tamamen safsatadan ibaret olduğunun farkına varmamız,daha da acı verici ve sulu bir deneyim oldu.

Yarın sınavım da var üstelik.Niye hala internet aleminde sürtüp,bu yazıyı yazıyorum bir fikrim yok ama bildiğim bir şey varsa,o da finallerin sağlığa zararlı olduğu. Hayır mesele sadece çalışmamak da değil,hangi filmi indirsek diye düşünüyor,aramızdan birinin filmdeki başrol oyuncusuna aşık olacağı tutuyor ve oradan muhabbet nedense herkesin ütopik aşklarına kayıyor. Tanrı bizi ıslah etmeli,bir sevgili vererek ilk başta. Ancak bunun ne denli imkansız olduğunu anlamak zor değil. Kendime bakıyorum,ortalıkta dönen ütopik hayallere bakıyorum,yanımdakilere bakıyorum,okuduğum yerin dağın başındaki yerini ve orada hiçbir klüp olmadığı faktörlerini de işin içine katıyorum ve de kenime "tanrı cezamı vere neden Yıldız yazdım" diye soru soruyorum. Ha cevabını alamıyorum o ayrı. Alıyorum da alamıyorum diyelim,zira salaklığım yüzüme vurmakta o zaman.

Bir insan "puanı yüksek,hem sıralamada da 2bin kişi fark var" diye ilk üç sıraya istemediği bölümü yazar ve oraya girer mi?

Zaten bu ÖSYM döngüleri hiç benim lehime dönmüyor. Aslında baktığımda,hiçbir döngü benim lehime dönmüyor.Hani çöldeki kutup ayısına maruz kalmış bedevideki şans değil de,daha kötüsünü,kutupta kutup ayısı sürüsüne maruz kalmış bir bedevi şansını düşünün,öyle bir şey.

Can sıkıntısı kötü bir şey sayın hocam. Kötü bir şey. Hani evde o kadar kişiyiz,işe yarıyor mu? HAYIR. Gönül isterdi ki hepimiz zamanın "Turnike" yarışmasındaki kutu açan kızlar gibi şenşakrak olalım,kutu yerine buzdolabını açalım falan,fonda mezdeke müzikleri çalsın ve bizi 24 saat izleyen karşı komşumuz olan teyze ile ortak göbekler atalım... Ama olur mu? Tabii ki hayır.

İşin daha da kötü bir yanı var,siz bu yazıyı bitirebilir misiniz bilmiyorum ama ben bu gidişle beceremeyeceğim bitirmeyi.

Hoşçakalın,esenle kalın,her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa!

Ve yazıyı da bitiriyorum sanırım... Yani buradan sonra da bitirmezsem,klavyem isyan edecek.

Evet bitiriyorum.

Halalujah!

Görüşmek üzere.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Hessian Peel

İlginç bir şekilde vuran bir şarkı.
Sakin bir melodi,
ve melodilerin yumuşaklığındaki o anlam.

Bağımlılık yapan,
kendini dinlettiren bir şarkı.

O tüm dinginliğin kelimelere dökülmüş hali.

Dinlenmesi gereken,
dinletilmesi gereken.

Why did you leave me...?

4 Eylül 2008 Perşembe

Hole in my soul..

Saat 12.30 sularına geliyorken,bir arkadaşıma dedim ki , "bir konu bul yazayım..". Sanmıyorum daha önceki yazılarımı okuyanlar olsun,kaldı ki bu blogu kendim yazıyor ve okuyacaksam kendim okuyorum,popüler biri değilim,öyle bir sevdam da yok.

Neyse,dedim ki "bana konu bul,yazayım..". Önceki yazılarım genelde üstünde eğlenilebilecek,komik bir iki şey yazılabilecek konulardı.Ben de bekliyorum ki sorduğum insan böyle üzerinde amiyane tabirle makara yapılabilecek konu olsun... Kaldı ki,ilk tercihi feminizm oldu,bunun üzerine yaz,dedi. İyi ki fikrini değiştirdi, na bu konuyu buldu. Aerosmith'in başlığın ismindeki şarkısı üzerine yazacağım.

Yaktın beni Merve insanı.

Şimdi bugüne kadar hiçbir şarkının üzerine yazı yazmadım,nasıl yazılır da bilmiyorum. Neyse,şarkıyı aldık,dinledik,ahanda yazıyoruz.

Aslında uzun uzadıya yazmanın da bir manası yok,düşüncelerim kısa cümlelerle fiade edilebilir düzeyde.

Şarkı güzel onu söyleyeyim ilk başta,yavaş başlıyor. Tipik uzun notalar dinliyoruz falan. Ama özünde farklı şeyler var,farklı şeyler hissettiriyor insana. Gerçi şeyler demeyelim,bana tek bir şey hissettirdi,yanında da bir yan düşünce. Sözlerini de okudum,melodisini de dinledim.

Bana bir çağırış gibi geldi bu şarkı. Giden sevgiliyi çağırış,özleyiş. Yani öyle hissettim ben. İsterdim açıklamak uzun uzun ama gerek yok sanırım. Gayet açık.

Öbür düşüncem ise şu; sanki bu şarkı,sevgilinin gidişini biraz da kabullenmeye çalışma çabası gibi bir şey hissettirdi bana.

Ne bileyim,klişe şeyler gibi geliyor ama şarkıda bunları hissettim ben.

Mutlu musun Merve insanı?

13 Temmuz 2008 Pazar

"Değil mi?" yahut kısaca "dimi" sorunsalı..

Günlük hayatımızda binlerce kez kullandığımız bir kelime bu "dimi" kelimesi. Çok kısa yazacağım,aklımda bir soru var sadece,onu sormak istiyorum.

Misal,biri bir şey anlattı bize, konuştu,konuştu ve konuştu. Ardından "olmaz dimi" türünden bir şey söyledi...

Yani,"dimi"nin önüne olumsuz bir kelime koydu.

Şimdi cevap çok önemli burada,asıl karmaşayı o yaratıyor..

"evet" desen, "olmaz" anlamına mı geliyor yoksa "olur" anlamına mı?

Ya da "hayır" desen, "olur" anlamına mı geliyor yoksa "hayır olmaz" anlamına mı?

Şikayetçiyim..

Konusuzluk üzerine...

Gecenin bir körü,arkadaşlarla çorba içmeye gitmek,yani öyle bir fantezi yapmanın ardından,eve gelip "lan,bir şeyler yazayım" dedim biraz önce...

Düşündüm ne yazsam diye,bulamadım.

Madem ki konu bulamıyorum,"konusuzluk üzerine yazayım" diye düşündüm.

Gerçi ne üzerine yazdığım çok da önemli bir mevzu değil,zira okuyan yok,yazdıklarım kimin umrunda ki?

Yazılarımı da kimse için yazmıyorum zaten,kendim için yazıyorum. Yani bir nebze olsun rahatlamak,siniri klavyeden çıkar(ama)mak,dert dökmek için falan. Dedim ya kimin umrunda yazdıklarım diye,aslında isterdim giren çok olsun,tabelalara ilanlar vereyim falan ama olmadı efendim ne yapayım. Hem,ilanı da versem,bendeki bu bedevi şansı ile o ilan yalan olurdu. Yani düşünsenize binlerce isimsiz kullanıcı yorum yazacak yazılarınıza. Misal benim bir UFO yazım vardı geçen ay yazdığım,ona bir isimsiz kullanıcı şöyle bir yorum yazabilir;

"UFO sensin,şişe de sana girsin"

Bekliyorum ben böyle şeyler müstakbel hayranlarımdan,olur yani. Çünkü yazdıklarım duygusal şeyler değil burada,eğlence amaçlı,kimsenin günlük hayatta düşünmediği farklı,kimilerine göre saçma şeyler. Ama olsun,ben farklılığın daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Dezavantajları da var elbet. En basitinden yukarıdaki örnek gibi bir yorum gelmesi.

Yazabilirdim duygusal şeyler ama neden yazayım ki? Zaten kimse okumuyor. Üstelik,benim duygulandığım,benim anlamlandırdığım dizeler yahut satırlar,başkaları için anlam ifade edecek diye bir şart yok ve anlamlandırdığım,benim için özel dizeler başkalarının ilgisini çekmediğinde üzülürüm,kendimi kötü hissederim.. Duygusalım lan ben. Sevin beni!

Neyse,konusuzluk üzerineydi yazı,ona döneyim ben.

Efendim,konusuzluk yani konu bulamama durumu bir blog yazarı için zor bir durum. Benim için değil gerçi zira konusuzluk üzerine yazdığınızda saçma şeyler çıkıyor ve benim yazdığım çoğu şey de başkalarının gözünde saçma gözüküyor.

Hep bir düşünce var kafalarda,"konusuz yazı yazmakta ne var ki?"..

Öyle değil gülüm o,konusuz bir yazı yazmak aslında konuların en zorudur aslında. Çünkü ne hakkında yazacağınızı bilmediğiniz gibi,yazıya nasıl başlayacağınız,ne yazacağınız,giriş,gelişme,sonuç (hiç kullanmadım ki bunları ben >.< ) bölümlerinin nasıl şekilleneceği belli değil. Yani konusuz bir yazı yazmak,hiçbirşey hakkında birçok şey yazmaya kalkışmaktır.

Bir günlük tarzı da olabilir aslındak konusuz yazılar,malumunuz günlükler o gün içinde farklı konularda birçok cümle içerir. Belirli bir konusu yoktur. Ama bu,konusuz yazı yazmaya karar vermek ve buna kalkışmak ile karıştırılmamalı. Hakikaten konusuz yazı yazmak, bir günlük yazmaktan çok daha zor bir durum.

Yazar için çileli bir durum aslında bu. Zaten bir konu üzerinde karar kılamamışsın,o derece kararsızsın,ne yazacağın konusunda nasıl karar vereceksin ki? Zira ne yazacağın konusunda bir fikrin olsa,konulu bir yazı olurdu. Konusuz yazılar işte bu yüzden konusuz. Yani,aklınıza o an ne gelirse onu yazıyorsunuz.

Misal ben bugün fena halde yandım,canım acıyor. Normalde böyle olmaz ama nedense bugün havuzda yandım,dizlerim ve 10 cm2 çevresi kırmızı,baldırlarım beyaz,diz altım yine beyaz. Kollarımın üstü kırmızı,altı yine beyaz. Tam bir hayvani yanış örneği. Özellikle diz ve çevresi en kötü yanan yer. Baldır - derecelerde gezerken diz ve çevresi gavur gibi yanıyor. Acı çekiyorum yahu anlayın beni. Hem,bir allahın kulu da yardım edeyim demiyor,utanın be!

Efendim olay böyle,dediğim gibi,konusuz bir yazı yazmak aslında en zoru. Deneyin...

Ama şimdi düşündüm de,a
slında konusuzluk üzerine yazmak bile başlı başına bir konu lan..

Aaaa..









9 Temmuz 2008 Çarşamba

Kupalar Üzerine

Hayatımız boyunca,hep kupalar gördük,madalyalar gördük. Bir yarışma olur,bir iddia olur ve birinci olan hep kupa alır. Gerçi atletizm dallarında bu durum böyle işlemiyor olsa da , futbolda böyle.

Olay futbol olunca,durum çok dramatikleşebiliyor. Mesela,onda adam,prestij için,para için ve o kupa için koşturup durmakta. Özellikle bu,Şampiyonlar Ligi,Dünya Kupası gibi,herkesin haberi olduğu bir şampiyona ise,kupanın önemi bir-iki kat daha artıyor.

Ancak değinmek istediğim durum burada değil,kupa seromonisinde. Yani,o kadar koş,efor harca,hayatını ver buna,kaldıracağın en fazla 10 saniye. Haksızlık. Onu da geçtim,hep takımın kaptanı ilk kaldırıyor ya,ondan sonra kaldıranlara acıyorum ben. Kaptan ilk kaldırıyor,seyirciler coşuyor,kaptan coşuyor falan... Herkes mutlu,herkes bağırmakta... Ya ondan sonra gelenler? Onların ezilmeleri ne olacak? Yani,kaptan kaldırıyor ve o ilk heyecan bittikten sonra,kaptandan sonra kaldıran hiçkimsede ne seyirciler çığlık atıyor, ne de o ilk heyecan var. Sanki kaptan kaldırmış kupayı,tüm şevk bir anda bitmiş, "öf tamam alın şunu elimden" dermişçesine geçiyor her şey. Ama öteki oyuncuların azimlerine hayranım. Seyirciye rağmen bile inat ediyorlar kaldırmak için. Ve hepsinin yüzünde de bitmek tükenmek bilmeyen bir gülümseme,bir "yeeeee" havası. Onu da geçtim,en son kaldıran adamı düşünsenize,yedek kaleci,yahut oynatılması akıldan bile geçmemiş bir oyuncu kaldıracak... Ne kadar kötü bir durum olduğunu düşünün... Herkes kaldırmış,seyirci susmuş,adam tek başına kaldırıp "yee" diyor,üstüne üstlük,herkesin yaladığı kupayı bir de o yalıyor.

Eööyy... Midem kalktı.

29 Haziran 2008 Pazar

Aşk ve Platoniklik üzerine...

Her şey aslında anne karnından çıkmamızla, yani aşk nedir bilmeden,hayatı anlamamış halde ve aslında tek dert gözlerimizi açmak iken başladı. Tek gördüğümüz ışık ve tek bildiğimiz doktorun tokadını yiyince ağlamamız gerektiği. Onu bile düşünemeden,otomatik olarak yapıyorduk düşünün...

Tokadı yedikten sonra görülen ışık ile bazı şeyleri anlamaya başladık,bunların ilki insan olduğumuzdu ve kucağına verildiğimiz kişinin annemiz olduğu. Hemşireyi saymazsak tabii. Gözlerimiz açıldıkça ve beynimiz düşünmeye başladıkça anlamaya başladık dünyayı. Ancak hayat hala bir bilinmezdi hepimiz adına.

Aradan yıllar geçer. Ayakta durmayı,kendi başımıza yemek yemeği falan çoktan öğrenmişizdir. Ve öğrendiğimiz başka bir şey daha vardır; duygularımız.

Duygular dediğimizde hepimizin aklına gelen ilk şeydir "Sevmek". Zamanla daha derin anlamlar kazanır,daha bir heyecanlandırır bizi,daha bir mutlu eder. Artık öğrendiğimiz şey sevgiden ötedir,"aşk"tır. Ancak aşk kimi zaman imkansızlıktır,işte böyle anlarda bir duygular silsilesi olarak aşk,acı doludur. Buna bir de isim takmışız,"PLATONİK AŞK". Neymiş? Tek taraflı aşk.. Evet.

Platonik aşk,en çok erkekler tarafında yaşanılan bir aşk çeşididir. Nedeni, kadın cinsiyetinin,ilkokuldan üniversite sonuna kadar gizli bir gücü elinde bulundurması durumu. Yani,cinsiyet olarak kadın "he" demeden adımımızı atamıyoruz 100 metrekare yakınlarına kadar.Durum böyle olunca,platonikliğin dibine vuruyoruz düşünün yani. Bu açıdan erkek cinsiyetini çok çilekeş buluyorum ancak konuyu mecburen "kadınlar açısından platoniklik" tarafında doğru kaydırmam gerekmekte. (Tehdit ediliyorum) Ancak önce,platonik aşkın tanımını yapalım... Lan... Bunun tanımını yapmaya gerek yok ki,Nazım Hikmet'ten bir dize vereyim,anlayın;


"
....
Yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?..
"



Şimdi durumu kadınlar açısından değerlendirelim. Yukarıdaki açıklamaya ve erkek cinsiyetinin maküs talihine rağmen,bazen kadınlar da "platonik"liğin dibine vurabilmekte. Onlar da insan,haklarını vermek gerek. Hep biz mi çekeceğiz? Neyse,öhm. Şey,diyordum ki kadınlar da bu platoniklik konusunda bazen çaresiz kalabiliyor. Bana kalırsa,burada temel neden,bireyin inatçılığı ve duygusallığının birleşmesi durumu. Kadın sevmiştir,hoşlanmıştır ve belki de uzun bir süre birlikte de olmuşlardır sevdiğiyle ancak gün gelmiş,ayrılmış ve erkek herhangi başka birini bulabilmişken,kadın ayrılmış olmalarına rağmen onu sevmekte ve beklemektedir. Olay şu,kadın yaratılış olarak inatçı yaratılmış. Kimi kadınların inatçılığı aşk dışında konulara çalışırken,kimilerinin inatçılığı aşk ve umutları üzerinde işler. İkinci türden,yani inatçılığı aşk ve umutları üzerinde işleyen kadınlar,ayrılmış olsalar ve sevdiklerinin başkalarını sevdiğinin farkında olsalar dahi,artık sevilmediklerini kabullenememekte ve bir gün,er yahut geç,sevilen bireyin tekrar kendilerine döneceği konusunda derin umutlara sahiplerdir. Üstelik,bu umutlarına öyle sıkı bağlıdırlar ki,girdikleri duygusal girdaptan bir türlü çıkamamaktadırlar. Duygukları duygusal bir şarkı,yahut dizilerde herhangi iki sevgilinin buluşması,bu tür kadınları daha bir inatçı kıldığı gibi,üzmekte ve sevdiklerini daha çok özlemelerine sebep olmaktadır.

Eğer ayrılış sonrası görüşmeler var ise,bu kadın için durum daha vahimdir. Duygusal travmalarının üzerine,üstüne onu sevdiğini söyleyememe,her gün konuşmasına rağmen bir türlü tekrar başlamak istediğini söyleyememekte ve karşınındaki erkeğin bunu söylemesini beklemektedir. Durum burada daha bir ilginçleşmektedir. Zira kadın, erkeğin bunu demeyeceğini hissetse dahi,umutlarında öyle inatçıdır ki bu düşünce çok zayıf kalır "soracak,eminim" düşüncesinin yanında. Ve azalmaz da umutları belirli bir süre,devam ederler böyle. Konuşur "o"nunla hep,üzülür,nasılsın diye sorduğunda hep cevap "idare eder"dir. Gözleri hep onu görür,bu yüzden kendilerine değer vermiş,hoşlanmış ve sevmiş diğer insanlar ile yakınlaşmaktan kaçınmakta,yeni bir birlikteliğe kesinlikle yeşil ışık yakmazlar. Ki bu,ilkokuldan beri söylenilen klasik bahanelerle geçiştirilir kadın tarafından. Yani erkek boynu bükük döner yine kendi tarlasına. Gördünüz mü? Erkek cinsiyeti hep eziliyor. Nerde lan bizim derneğimiz? Sizin mor çatınız var,bizim de başka bir çatı olsun. Eşitlikse eşitlik,buyrun!...

Neyse,bu inatçı kadınları, MSN listelerimizde görmüşüzdür,hep şarkı sözleri yazar kişisel iletilerinde. Tanıması kolaydır yani. İtiraf edin,sizde de var onlardan.




28 Haziran 2008 Cumartesi

Bir harika olarak televizyon

İcat edildiği günden bu yana,insan oğlunun en çok kullandığı teknolojik aletlerden biridir televizyon. Dolayısıyla insan kandırma,reklam verme gibi işleri çok rahat yapabilecek bir gereç konumunda. Ancak günümüzde,özellikle ülkemizde yayınlanan bir çok programın,izleyenleri aptal yerine koyması da beni sinir eden bir durum.
Uzun olmayacak olan bu yazıda,aslında beni sinir eden tek konudan bahsedeceğim; yarışma programları.
Nedendir bilinmez,yarışmacının söylediği son sözü (özellikle de bu bir karar bildirmekteyse) tekrar etme alışkanlığı var bizde;

-Son kararınız mı?
-Evet son kararım...
-Son kararım diyor Ayşe hanım..... Acaba doğru cevap neymiş..

gibi.

Ya da başka bir örneği,bu yazıyı yazma konusunda beni bu denli şevke getiren bugünkü "Var mısın yok musun?" yarışması ve Acun Ilıcalı'dan verelim;

-Hamdi Bey'in vermiş olduğu teklife,var mısın,yok musun?
-Evet.. Hamdi Bey'e teşekkür ediyorum (ne diye ediyorsun lan,istediğin parayı vermedi ki) ama kabul etmeyeceğim. Yokum.
-EVET YOKUM DİYOR!!

Allah allah yahu. Ben bir duyma problemi yaşadığımı sanmıyorum. Tamam kabul ediyorum,ırsî olarak geçen hafif duyma kaybım var da,bu kadar değil ki. Sırf programı izliyorum diye 120 yaşında muamelesi görmek niye? Hayır,ben duymuyor muyum sanki? Niye tekrar ediyorsun ki? Olay daha çekici de olmuyor.. Hem sen onu tekrar edince,adam kararını mı değiştirecek? Olmadı seyirciler aşka gelip "Yürüü be kim tutar seni" nidalarıyla adamın üstüne mi atlayacak? Koskocaman bir HAYIR...

Kınıyorum bu televizyoncuları.

DUYUYORUM BEN DUYUYORUM!